"YOLLAR" Dizi yazılarım;
- 22 Haz 2022
- 38 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 3 Ağu 2022
YOLLAR-1
DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞİM
İnsan bazen akşama parça parça olur düşer. Hüzün mü? Onu sorma, pencereden atılmaz, kilim değil ki silkelenmez, sabah akşam seni bırakmaz. Uykusuz geceler bir türlü bitmez. Her yerde ben buradayım der. Zaman dediğin nedir? Böyle de gelir geçer.
Heraklitos güzel söylemiş, “Değişmeyen tek şey değişim” diye. Her an her şey değişim içinde devam eder, doğanın diyalektiğidir bu.
Bir de yazmak, insanı dinlendirir, yaşadıklarına tanık olmak ister. Artık yaşlanınca anlarsın, her geçen gün ömründen alıp kaçandır, bir türlü tutulmaz, bir ırmakta bir daha yüzülmez.
Kim olursan ol, günlük tut, anı yaz. Andre Gide’nin dediği gibi selden kaçırdıklarındır bunlar, göl olur bir okuyana gülümser.
Yollar insan ömründe hiç bitmez, her gün uzar gider. Okula, işe her nereye gitmek istersen yola düşer gidersin. Yolda giderken gördüklerin, duydukların günün nakışlarıdır, kimi seni sevindirir, kimi üzer. Her yol bir yeri anımsatır ve uzar gider. Yaşam ise eninde sonunda biter, ona ölüm eşlik eder.
Uzun yolculuklara evden çıkarken, insan arkasına ve kalanlarına bakar. Kısa yolculuklarda bu olmaz. Çünkü uzun yola çıkıp dönmemek de vardır. Aslında her an bu dünyadan ayrılmak bir olasılıktır. Nedense uzun yolculuklara çıkarken bunlar aklına düşer.
Bütün yolcular birbirine benzer, bir ayrılıktan bir ayrılığa, belki kavuşmaya gider. Her yolcunun yüzünde bunu görürsün. Hüzün ve sevinç başka türlü dans eder.
Her acı hıçkırık taşır, gözler uzakları çağırır.
Bazen kitap ve yalnızlık uzun yolculuklarda bir arkadaştır. Zaman zaman insanı yoklar durur. Bir de yolda gördükleri vardır, insan bazılarını koparır saklar, kime anlatır, kim dinler? Onu kimse bilmez.
Her insan kuytularında başka ısınır, başka düşler, bazen uzun uzun uyur. Üşüyen yanları da olur, kimseye söylenmez, yanında ısınır durur, sanki birini bekler. Yolculuklarda köprülerden de geçilir, bulanık sular ürkütür.
Bir de o güzel türküler, sanki beşiğinde sallar gibi sana bir ninni olur, seni uzaklara yollar. Aklına çocukluğun gelir. Sonra bir arabesk müzik düşlerini silkeler atar. Kıyısında çocukluğun ağlar. Yanında ne varsa buruşur.
Bir de kapı eşiğinde biriken sorular vardır. Dilinin ucunda bekler durur.
Bir de içinde bir ses, her yolculukta yaşadıklarınla vedalaş der.
Bütün yolculukta bunlar başında bir sarkaç gibi sallanır.
Yine bir türkü içini kavurur, pişmanlıklarını yola serer.
Hasan OKURSOY
Yelki

YOLLAR-2
ANILARINDA TÜNEYEN BİR KUŞ
Bir de öyle anılar yaşar ki insan onları taşıyamaz. Aradan yıllar geçer, özlediklerine uzaklardan da olsa bir kaçamak bakış fırlatmak ister. Kimi bu dünyadan ayrılmıştır, kalanlar ise uzaktır, belki solan resimler gibidir. Bazıları da hiç unutulmaz, yanında solur, durur.
Her ayrılıkta insanın içinde bir ukde kalır, insanı iğneler, uykusuz bırakır. O zaman sorarsın kendi kendine “Ah! o yarım gülüşler nerede?” diye. Kimse cevaplamaz, yine yollar uzar, bir moladan bir molaya duraklar bekler.
Bazen her yol ovadan geçmez, bir vadinin sağında, solunda dağlar görünür, kimi dumanlı, kimi karlıdır. Kışları içine bir kasvet çöker. Bir de çantan, içi kederli bir öykü taşır, gittiğin yerde sabahtan akşama seni uğraştırır durur.
Şimdi yaşlandım, o günleri düşündükçe enerjime hala şaşarım, o yollar, hala içimde bir türlü bitmez. İnsan yaşlandıkça değer yargılarının da değiştiğini görüyor, yaşadığı anın önemli olduğunu anlıyor, pişmanlık ise uzun yıllar sürüyor, emekliliğinde ise o değerler, o arzular nerede diye zaman zaman insan kendi kendine soruyor.
Yaşamın her anı bir dersmiş, bunu insan yaşlanınca daha iyi anlıyor. Sanırım yaşadıkları insanı daha olgun kılıyor, hoşgörüsü artıyor. Harı gitmiş bir ocak gibi közünde soluyup duruyor.
Günü ısırmak mı? Ne zaman ısırabildin ki? Kayanın yosunlu yüzünde kim ayakta durabildi?
Çok düşündün yine, son otobüs kalktı kalkacak, yetiş gecikme, sonra koltuğun boş gidecek. Artık şiir de mırıldanmıyorsun, şiirler sana küsecek.
O okulunda, o çocukluğunda Mustafa amca tunçtan zili çalacak, koş çabuk, Kadriye öğretmen yoklama yapacak. Sen yine de üzülme bir yanın hep gülecek, o gülüşünü kimse çalamayacak, Hıdırellez’de eldelekte yine çocukluğun koşup oynayacak.
Yine bu yolculukta, anılarında tüneyen bir kuş oldun. Çocukluğun gençliğin bir bir geçti önünden.
Yatılı okul sınavına yetişecektin, otobüsü kaçırdın. Ertesi günü bekledin, uykusuz, bu kez otobüsü kaçırmadın, umutsuz sınava girdin.
Fakat o sınavı kazandığını duyunca, bir eylül günü büyüdü sevincin. O sevinçle koştun otobüse. Karadeniz’in dalgalarına, rüzgârına, ara sıra görünen güneşine. Artık içinde konuş dur, öğretmen olmak için Ankara İskitler garajından Reisoğlu otobüsüne binişini, bulursan arkadaşlarına sor. Rize’deki anılarını anlat, yollara ser.
Yollar bitmezdi sende, karanlık gecelerinde hala horuldar durur bir motor sesi. Bir türlü dinmez içinde.
Sular üstüne sıçrar. Ne kadar yaşlansan da o günler ara sıra aklına gelir. Çocuk bakışında ıslandığın, yaşlansan da yanından bir türlü ayrılmaz. Tek tek dökülse de yaprakların. Bazen bu anılar yalnızlığına sığınır, sarı defterine yazılır, oraya seni bir başka taşır.
Bilmem bu yazdıkların, bir gün ne zaman kitap olur basılır?
Hasan OKURSOY
Yelki
Not; Resim Fatih Kocaoğlu'ndan alınmıştır.

YOLLAR-3
BÜTÜN DÜŞLER YOLLARA KARIŞIR
İnsan yola çıkınca, yollar uzar, bütün düşler yollara karışır. Sonra içinde bir çocuk konuşur durur. Koca su gibi geceler yolda şırıl şırıl akar.
Bazen yüreğin sızlar, aslında her yolculuk bir akşamüstüdür, içine hep bir kasvet gibi çöker. Yolculukta her durak da çok şey öğretir. Teftiş farklı görevdir, bir yola çıktın mı? Yollar gibi görevin de uzar gider ne yol ne görev, bir türlü bitmek bilmez.
Y ollar bazen bahardır, bazen kış, bazen zemheri. Güzü de bir başkadır, Kastamonu’dan Küre’ye, İnebolu’ya giderken renk cümbüşü insanı sarhoş eder.
İçinde sanki bir sevinç koşturur. Gittiğin yerleri görünce, ülkeni, insanlarını daha çok seversin. Salıncakta bir çocuk gibi sevinirsin.
Bazı cümleler vardır, kimseye söylenmez, sayfa aralarında kuruyan çiçeklere benzer, güneşe çıkmak konuşmak ister. Ne güneş onu beğenir ne de çiçek. Sonra zaman geçer gider. Kimse düşünmez, dalından kopan çiçek hüznünü ve sayfa arasına bırakılan çiçeğin karanlığını.
Ne kadar çok okursan, bilgin, görgün de o kadar artar. Yollar da böyledir, bizi uzaklara götürür, görmediğimiz yerler sana yakınlaşır.
Boolum, Nitelikli İnsan Yetiştirme kitabında “Öğretemeyen öğrenmek vardır, öğrenemeyen öğrenci yoktur” der. (1)
Bu söz bir yerde doğrudur, her insanın bir öğrenme yolu muhakkak bulunur, onu araştırmak bulmak gereklidir. Ayrıca, günümüzde doğru bilgilere internet ortamında daha kolay ulaşılır. Bu nedenle merak oluşturulmalı ve öğrenme yolları öğrencilere ulaştırılmalıdır.
Yine yolları anlatacağım, yolculuk üzerine yazacağım.
Galileo Galilei “Aklıma yatmayan, merak ettiğim ne varsa gözlem ve deneylerle ispat etmeye çabaladım.” Demiş.
Yaşam yolculuğu bunun gibidir, eğitim-öğretimin amacı da bu olmalıdır. Merak uyandırmadan, bilgileri gözlem ve deneylerle ispat etmeden doğruya ve gerçeğe ulaşmak mümkün değildir. Soran ve sorgulayan insan doğruyu bulur, yanlışa düşmez.
Fakat ne hazindir ki; “sabit fikirli ve düşünen sorgulayan bir zihne sahip olmayan kişileri ikna edecek gücü” Galileo Galilei kendinde bulamamış. “Acınacak kadar yaşlıyım.” diyerek bütün ömrünü verdiği çalışmalarını inkâr etmiş.
Bu sayede, kutsal kitaptaki pişmanlık ilahisini 3 yıl boyunca haftada iki kez okuma ve ev hapsine alınma cezasıyla kurtulmuş. Konuşmalar adlı 500 sayfalık kitabı, kilisenin yasaklı kitaplar listesine eklenmiş.
Oysa o salondan çıkarken; dünya hala dönüyormuş.
Galileo Galilei, yaşlı bedenini yakılmaktan bu şekilde kurtarmış. (2)
Yola bir çıkmaya gör, önce şaşarsın, zaman zaman ben neden buradayım diye sorarsın? Sonra uzadıkça yollar bu duruma alışırsın.
Bazen yollarda bahar uzanır, çiçek gibi gülüşü saçılır. Ekinler çırpınır.
İçine dinmeyen bir kasvet çöker, yollar yine uzar. Ne yollar kısalır ne şehirler ufalır, hala içimde bitmez o yollar.
Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiiri de beni farklı etkiler, ne zaman okusam, yollar ve duraklar aklıma gelir, içim uğuldar.
“Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir hana rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!” (3)
Hasan OKURSOY
Yelki
Kaynak;
(1) Nitelikli İnsan Yetiştirme Sanatı, Boolum, s…
(2) Galileo Galilei’nin yaşam öyküsü, Evrim Ağacı. Org.
(3) Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları şiiri
Not; Resim, Küre dağlarındaki sonbahar manzarasıdır. Sözcü gazetesinden alınmıştır.

YOLLAR-4
YAŞAM DA BİR YOLCULUKTUR
Yaşam da bir yolculuktur, doğumla başlar, ölümle biter. Ne zaman yola çıksam, otobüste her koltuk, beni bir hüzne sürükler, kimse kimsenin derdini bilmez, içinde saklar.
Fakat her yolculuk insanın inceliklerini ortaya kor, yanında ışık gibi parlar, güneş gibi ısıtır. Böyle insanların sıcaklığı, yıllar geçse de o anı, o yolculuğunu yanında taşır, unutulmaz.
Yolculuklarımda okuduklarım da beni yalnız bırakmaz, onlar da yoldaşım olur. Yaşar Kemal’in Dağın Öte Yüzü üçlemesinden olan, “Orta Direk, Yer Demir Gök Bakır ve Ölmez Otu” unutamadığım eserlerdir. Meryem cenin soluduğunu duyar gibi olurum.
Bir de eski dostlar, tanıdıklarım gelir gözüm önüne, bahar gibi kokar, ayrılsalar bile arkadaşlarımın ve dostlarımın bıraktıkları yanımda çiçekler gibi açar.
Sonra ölüm düşümü böler, Ziya Osman Seba’nın şiirini mırıldanırım “Misaki Milli Sokağı No: 37 diye.
“Ah, şimdi hatıralar mahallesinde/Misakımilli sokak No.37/Orası bütün evler, bütün ömür içinde, / Mesut olduğumuz evdi.” Derken, mırıldanışımı benden başka kim duyar?
Oktay Akbal’ı hayatta iken tanımadım, ancak eşi Ayla Hanım müfettiş arkadaşımızdı. Atatürkçü, Cumhuriyetin aydınlık yüzünü hep taşıyan bir büyüğümüzdü.
Oktay Beyin Cumhuriyetteki yazılarını unutamam, belki yazma tutkum o okuduklarımdan da gelir. Hepimizin bir dünyası vardır, biz de dünya gibi döner dururuz doğumumuzdan ölümümüze dek. Farkımız, biz gittikten sonra dünya yine vardır ve dönecektir. Belki bizi yazdıklarımızın izinde arayanlar olur, konuşulan ve anlatılan onlar kalır. Eğer yazdıklarımı kitaplarda toplayabilirsem, bu benim dünyadan ayrılmadan önce mutlu bir anım olarak anılır, hatırlanır.
Oktay Bey de bu dünyada “Önce Ekmekler Bozuldu” kitabında anıldı, sonra 80’i aşkın kitaplarında ve diğer yazılarında hep iyiden, güzelden, aydınlıktan yana anılıp durdu. Tanıklığı ile yazdıklarında güne not düştü.
Oktay Beyin, Ziya Osman Seba için yazdığı yazıyı okurken üzüldüm. Ziya Osman Seba Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’ndaki şef görevi sırasında titiz çalışırmış, bu görevden ayrılınca bakanlık ve çalıştığı kurumlar kendisine sahip çıkmamış, son günleri hastalık ve sıkıntılılarla geçmiş.
“Bir keresinde bir hanım düzeltici Balzac'ın romanında geçen 'Toulouse'u "Böyle kent olmaz, bu olsa olsa Toulon'dur diye değiştirmiş!” Ziya Bey'in öfkelendiğini o güne dek aynı büroda birlikte çalışan Oktay Akbal görmemiş. Bu düzeltme Ziya Osman Seba’yı çileden çıkarmış. Toulouse'un Fransa'da bir kent olduğunu anlatmak için didinmiş. Karşısındaki hanım inatla direnmiş”, oysa o hanım coğrafya öğretmeni imiş. (1)
Oktay Akbal da aramızdan 28 Ağustos 2015 tarihinde 92 yaşında ayrıldı.
Konu Oktay Akbal’dan açılmışken onun yazdıklarından ve düşlerinden bahsetmek isterim.
Oktay Bey, Sait Faik’in “Semaver” öykü kitabını okuduktan sonra öykü yazmaya başlamış.
Oktay Akbal, Behçet Necatigil’i anlatan yazısında çok güzel anlatmış ve güne not düşmüş.
“Necatigil’in sigarası düşmezmiş dudağından. Biri söner sönmez bir yenisini yakarmış.” Necatigil de Reşat Nuri gibi sigarayı dost sayanlardanmış. Ama o dost zamanla öldürücü düşman kesilmiş. Onun akciğerini yemiş bitirmiş. Karaören'in evinde bir dost sofrasında, Sabahattin Kudret, Lütfi Özkök, Behçet Necatigil ile hep birlikte imişler. Necatilgil’in elinde yine sigarası, yüzünde alaycı mı, hüzünlü mü, mutlu mu olduğu anlaşılmayan bir gülüş...” varmış.
Oktay Akbal, “Fotoğraflar zamandan çalınmış anlardır. Solsalar da kararsalar da o anları yaşatırlar.” Diye anlatmaya devam etmiş “Başka bir resim de Taksim Anıtı önünde, Necatigil, Tirali ve Alp Kuran... Nedense hiç değişmez Necatigil'in fotoğraf duruşları. Hep kendisidir. Kimseye benzemez.” Diye söyledikten sonra “Oysa çoğu kişi fotoğraftan fotoğrafa başka bir kişilikle görünür, ama o değil.” Diye Necatigil’i anlatmış. (2)
İnsan kendini görmek isterse, aynaya gider. Kendi hakkında söylenenler de aslında kişinin aynasıdır, acaba çevresindeki arkadaşları, dostları ve tanıdıkları kim bilir ne söyler?
İnsanlar otobüslere, trene garajdan, istasyondan binip binip başka yerlere giderler, bu yolculuklarında onların bir telaşı vardır. Onları gözlersen, yüzlerindeki farklı kederi bazen görürsün.
Müfettişlik görevi insanı daima ciddi olmaya zorlar, davranışlarını dizginler, okuduğu gazeteye kadar insan kendini kontrol eder. Bu görevden emekli olsan bile bu disiplin seni yine bırakmaz, o kurallara uymanı bekler.
İnsan yılların gelip geçtiğini ve yaşlandığını çocukları büyüdüğü zaman daha iyi anlar.
Bir de arkadaşlarını, kara önlüğünü ve okul günlerini yaşamında farklı anar, o günleri özler, bu anılar bir türlü unutulmaz, bir araya gelince toplantılarda söylenir durur. Bu anılar anlatıla anlatıla bir türlü bitmez.
Oktay Akbal, “öğretmenler hiç yaşlanmaz bence. Gençlikleri bir hayat boyunca sürer gider. Durmaksızın çocuklar, gençler arasında yaşadıklarından.” der. En sonra da “Hiçbir meslekte insan çabalarının verimini, böylesine yakından göremez.” Diye söyler. (3)
Nereden nereye? Oktay Akbal’ın yazım yolculuğuna daldım, onu anlattım, biliyorum yazım da biraz uzadı, fakat o kadar çok ki yazarımız hakkında anlatılacaklar, bitecek derken bir diğeri başlıyor, insan yazarın anlattıklarından ve yazılarından kopamıyor.
Cumhuriyette “Yağmurda Bir Gün” başlıklı yazısında “Mevsimler gelir, gider. Birinden kurtulmuşsunuz yenisi yolda gelir. Rüzgârlar, fırtınalar yolunu kesmez. O yıkar, batırır, yok eder. Doğanın gücüyle başa çıkılmaz. Sığınacak bir dost yuvası gibidir yağmurlu akşamlarda doğa... İşte şimdi geldi gelecek diye bekle. Yaşlı biriysen hem iyilikler hem de kötülükler arasında sıkışıp kalırsın. Hele bir dost yanındaysa, böyle havalarda caddeleri arşınlamak güzeldir.” Der. (4)
Anıları önünde yazarlarımızı özlemle anarız, huzur içinde uyusun.
Hasan OKURSOY
22 Mayıs 2021
Yelki
Kaynak;
(1) Oktay Akbal, Şairlere ölüm yok, S. 77-83
(2) Oktay Akbal, Behçet Necatigil, 5 Eyül 1993 tarihli Milliyet.
(3) Oktay Akbal, Güz Mutluluğu,Yazmak Yaşamak
(4) Oktay Akbal, Yağmurda Bir Gün, 20 Mart 2014 tarihli Cumhuriyet Gazetesi.
Not; 1.Resim; Fahir Onger arşivinden alınmıştır. Soldan sağa Sait Faik Abasıyanık, Behçet Necatigil, Naim Tiralı, Salah Birsel, İskender Fikret Akdora, Oktay Akbal, Cemil Meriç, Kenan Harın ve Fahir Onger.
2. Resim; Ziya Osman Seba'nın eşi ve çocukları ile çektirmiş olduğu resim olup Hürriyet Gazetesinden alınmıştır.


YOLLAR-5
BÜTÜN IRMAKLAR DENİZE AKAR
Geceleri ay bir görünmeye başladı mı? Seyrine doyum olmaz. Bu nedenle hiçbir Yaşam da bir yolculuktur.
Siyah-beyaz resimler, geçmişi bir başka anımsatır, geçmiş bazen kendini özletir.
Ne zaman bir şair ve yazar ağzında bir yanan sigarası ile resimlere düşse, benim de böyle bir resim çektirmek içimden geçer.
Bir dostun, bir arkadaşın ve yakının bu dünyadan göçünce, senin de bir yanın göçer, eksilir, solarsın, yanarsın. Ölüm yavaş yavaş solmanın, azalmanın en son bir çıplak halidir. Yaprak daldan kopar, sonra kurur, savrulur ve toprak olur. Bu yaşamın diyalektiğidir.
Bazen de insan aldanır, gün batımında akşama doğru gölgesi uzar, büyüdüğünü sanır. Oysa her gün eksildiğinin, küçüldüğünün ve ömrünün azaldığını fark etmez.
Eğer insan, bilimden ve akıldan uzaklaşırsa çabuk kararır, solar, unutulur. İnsan gerçeğe ancak akıl ve bilimle ulaşır.
Bunları düşünüp yazdıktan sonra Baudelaire geldi aklıma.
Baudelaire,1864 yılında 46 yaşında yaşama veda etmiş, çileli bir yaşam sürmüş. Fakat şiirinde yoğun bir şekilde imge kullanırmış, bundan olacak yeni şiirin de habercisi olmuş. (1)
Zeynel Kıran, Baudelaire’i anlatan yazısında şairin hüzünlü yaşam yolculuğundan kesitler de vermiş. Ahmet Necdet’in şiir çevirisinden bir bölümü de aktarmış.
“Hem bıçağım hem de yara
Hem yanağım, hem tokat
Hem kurbanım, hem cellât
Ezen ve ezilen çarkta.”
…
Hey ölüm, yaşlı kaptan, demir almanın zamanıdır
Bu ülke artık beni sıkıyor, hey ölüm, demir alalım
Gökyüzü ve deniz mürekkep gibi siyah olsa da
Bildiğin kalplerimiz ışıkla dolu.”
Ayrıca; Tahsin Yücel’in çevirisi olan Paris Sıkıntısından da alıntılar yaparak, şairin düzyazı şiirlerine yer vermiş.
“Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Biricik mesele bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız [...] Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.”
Ya da;
“Tanrım ne olur, acıyın bize, kadınlı, erkekli delilere acıyın! Ey yaratıcı, bunların neden var olduklarını, nasıl oluştuklarını, nasıl oluşmamış olabileceklerini bilen biricik Varlık için canavar diye bir şey bulunabilir mi?”
Ya da;
“Bulutları severim...İşte şu...şu geçip giden bulutları...Eşsiz bulutları” Diye örnekler sunmuş.
Yazıyı okumanızı dilerim, güzel bir yazı.
Baudelaire’in yaşam yolculuğundaki yolunu ve şiirini Semih Öztürk de Listelist’te anlatmış.
“Charles Baudelaire‘in şiiri, bir kuytu köşe karanlığından damıtılıyormuş hissi uyandırır çoğu zaman. Kendi yaşamını da aynı karanlık üzerinden örgütleyerek sürdüren şair, bu hissin arkasından giderek oldukça nitelikli eserler vermiş ve 19. yüzyılın en önemli Fransız şairleri arasında yer almış” Der.
Ayrıca; “Onun şiirlerinde anlatılan şeyin, aslında insanın kaybettiği ve aramakla tükettiği zamanın ta kendisi olduğunu, dizelerin ve anlamlarının temelinde ilerleyen ana izlek, çoğu zaman bu gerçeğin etrafında hareket ettiğini” belirtir.
Bütün ırmaklar denize akar, kıyısına neler bırakır? Yolda duraklayanlar da kalır ve geçip gider.
Bauldelaire’in yazım yolculuğundaki imgelerdeki ustalığını “Yollar-5” yazı dizimde anlatmak istedim.
Hasan OKURSOY
23 Mayıs 2021
Yelki
Kaynak;
(1) Zeynel Kıran, İhtişamın ve sefaletin şairi; Baudelaire! 21 Mayıs 2021 tarihli Cumhuriyet Gazetesi.
(2) Semih Öztürk, Kendi Karanlığından dizeler elde eden Baudelaire, Listelist Com. 8 Eylül 2017.
Not; Resim, Söylenti Dergisinden alınmıştır.

YOLLAR-6
MUAMMER SUN
Muammer Sun, Ankara-1932 doğumlu, Askeri Mızıka Okulu’nda müziğe başlamış, bir besteci, onun da müzik yolundaki yolculuğu ile öğretim üyeliği bir farklılık taşır.
Kendisi ile yapılan bir söyleşide “Bir müzik eğitimcisi olarak, çocuğun müziğe başlama yaşı, zamanı için ne önerirsiniz?” sorusuna şöyle cevap vermiş.
“Birçok aile Suna Kan, Ayla Erduran gibi yorumcuların bugünkü aşamasını görerek çocuğunu müziğe erken başlatmışlardır. Ancak, ana –babanın isteği ile müziğe erken başlamış ve sonradan nefret etmiş çok çocuğun olduğunu, önce çocuğa müziğe başlamayı özendirecek bir ortamın hazırlanması gerektiğini” Belirttikten sonra devam etmiş. “Evde müzik dinleniyorsa çocuk da dinler. Farkında olmadan, zorlamadan hazırlanmalıdır. Bu öğretim için iyi eğitimciler de önemlidir.” Der. (1)
Bu söyleşiyi okuduktan sonra bende müzik yolundaki anılarımı yokladım.
Bizim küçüklüğümüzde her evde radyo yoktu. Kahvelerde veya birkaç varlıklı ailede mevcuttu. Asker uğurlamalarında veya düğünlerde medeleden gelen davulcular vardı. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında da bu çalgıcıların geldiğini anımsıyorum.
İlkokul öğretmenimiz İsmail Şahin mandolin çalar, eşliğinde çocuk şarkıları söyletirdi. Rahmetli İzzet arkadaşımızın kulağı iyi olduğunu biliyorum. Ona zaman zaman çaldığı parçanın adını sorar ve doğru cevabını alırdı.
Ortaokulda da yine Müzik derslerimize İlkokul öğretmenleri girerdi.
Öğretmen okulunda müzik derslerimizi branştan öğretmenlerimiz verdi. Okulda her birimize yetecek kadar mandolin vardı. İstiklal Marşı ile okul şarkılarını solfeji ile söyleyemeyen, mandolinde çalamayan sınıfını geçemezdi.
Öğretmenlerimiz branşlarında çok iyi idiler. Zaten kulakları iyi ve müzikte yetenekli olan arkadaşlarımız hemen dikkati çekerdi. Hamdi Bektaş öğretmenimiz derse akordeonu ile gelirdi.
Anımsadığıma göre İrfan, Şener ve Sadık aynı zamanda saz çalarlardı. Bir de İmdat arkadaşımızın kemençe çaldığını biliyorum.
Sınıf gecelerimizde bu arkadaşlarımız kendilerini gösterirlerdi. Okul gecelerinde bir üst sınıfımızdaki Beyazıt Sansı arkadaşımız farklıydı. Zaten daha sonra Edirne’de “Kırkpınar Marşı” bestesini yaparak daha da ün kazandı.
Geçmişte, müzik dersini başaramayarak belge alanların olduğu da söylenirdi. Bu nedenle müzik derslerine farklı önem verirdik.
Ancak, ben müzik yeteneğinin aileden ve genlerden geldiğine inananlardanım. Fakat çalışılırsa insanın kendine yetecek kadar bir müzik aleti çalabileceğini okulda gözlemledim ve yaşadım.
Muammer Sun beyin söylediklerine de katılırım, ortam her zaman eğitimde farklı bir öğretim sağlar ve başarıda önemi büyüktür.
Konuyu dağıttım, oysa Muammer Sun ile ilgili olarak daha anlatacaklarım vardı.
Çağdaş Bayraktar Muammer Sun’un söylediklerini yazısında daha farklı aktarmış.
“Ben müzikle ilgili olmayan bir aileden geldim. Bir müzik okuluna girdim. Yeteneğim çıktı ortaya, çalıştım da, sevdim de işimi. Benim gibi Türkiye’de müziğe yetenekli olup da henüz müziğe yönelmemiş milyonlarca insan vardır diye düşündüm. Müzik ve sahne sanatları ile ilgili yeni bir düzen kurulmasını istedim. Bunun için yazılar yazdım, mücadele ettim. Kendi maceramı imkânı olmayan milyonlarca çocuğun macerası yapmak istedim.
Büyük çocuğumun yaş günüydü. Ona hediye alacak param yoktu. Şarkı yazdım. ‘Yeni yılın, yeni yaşın kutlu olsun’ diye başlayan bir şarkı… Sonra sevdim çocuk şarkısı yazmayı. Birçok çocuk şarkısı yazdım. Bütün çocuklar mutlu olsunlar istedim. Şarkıların hepsi de çocuklara sevinç verecek, mutluluk verecek ve pek çok kimse benim çocuk şarkılarımı öğrenince, biz sizin şarkılarınızla büyüdük diyecekler. Hoşuma gidiyor sizin müziğinizle büyüdük denilmesi. Ben de zaten insanların hayatına müzikle girmek istiyordum.”
Diye söylemiş. (2)
Muammer Sun’u saygı ve özlemle anıyoruz. Huzur içinde uyusun.
Hasan OKURSOY
26 Mayıs 2021
Yelki
Kaynak;
(1) Evin İlyasoğlu, Müziğin Kanatlarında Söyleşiler, Pan Yayıncılık, Birinci Basım, Kasım-1992, s.192.
(2) Çağdaş Bayraktar, “Gözlerinden yaşlar akarak bunları söylemişti”, 21 Ocak 2021 tarihli Oda Tv.
Not; Resim Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır.

YOLLAR-7
MAMER ABİ
Prof. Dr. Muammer Sun 16 Ocak 2021 tarihinde 88 yaşında aramızdan ayrıldı.
Kızı Müride Sun Aksan, babasının ardından sosyal medyada bir paylaşımında bulunmuş.
“Annesi ve babası konservatuvarda birbirlerine aşık olup evlenmişler, fakat okulda evlenmek yasak imiş. Müride doğunca zaman zaman onu da okula götürürlermiş, tembihli olduğundan baba yerine “Mamer abi” dermiş. Sonra diğer kardeşleri Ayhanım, Ayşe ve İlteris de katılmış aileye. Okul bitince konservatuvarda hocalığa başlamış. Babası ‘Türkiye’nin Kültür Müzik Tiyatro Sorunları’ kitabını yazarak sanat eğitimini yurt çapında yayma başlamış. Son ertelemelerden sonra askere gitmiş, yeterli birikimi olmadığından, gece bir yolunu bulup Bulvar Palas’ta piyano çalar ve kazancını eve bırakırmış. Askerlik bitince solcu diye okula dönmesine ‘Konservatuvar müşavir heyeti’ izin vermemiş. 1968’de atandığı Milli Eğitim Bakanlığı Müşavirliği sırasında Çocuk ve Gençlik Koroları Yönetmeliği’ni hazırlamış, Türkiye’deki tüm müzik öğretmenlerini kapsayacak koro şefliği eğitimini planlamış ve ülkedeki tüm müzik öğretmenlerini Sinop’ta toplayarak koro şefliği eğitimi vermiş.
Türkiye’de 166 çocuk ve gençlik korosu kurulmasına öncülük etmiş. 1969 yılında sanatçıların oylarıyla, sanat kurumlarının temsilcisi olarak TRT Yönetim Kurulu üyeliğine seçilmiş. Bu kurumda çok güzel çalışmalar ortaya koymuş.
12 Mart’ta 2 kez kısa gözaltılar yaşamış. Annesi ‘çocuklarımın babasını bulun’ diye sıkıyönetim savcılarının kapılarını aşındırmış.
1974 yılında Konservatuvara müdür olarak atanmış. Çalışmalarından dolayı rahatsız olanlar onu İzmir’e sürmüşler. Emekli olmuş. Ardından Hacettepe’ye uzun uğraşmaların sonunda atanmış. Bu süreç içinde ‘orkestra eserleri, pek çok çocuk şarkısı, Şarkı Demeti kitabının yanı sıra 1967 ve 1969’da biri TRT, diğeri ODTÜ adına iki büyük folklor derlemesine’ imza atmış.
Son emekliliğinde de ‘Sun Yayınevi’ni kurmuş.
Müride Sun Aksan, babasının ardından paylaştığı yazısında, onun yaşam yolundaki sıkıntılarını da aktararak;
“1001 engele rağmen bunları başardı, ömrü mücadele ile geçti… engel olmasalardı neler başarırdı kim bilir? Sistem onun değerini ne kadar bildi meçhul ama o ülkesine, ülkesinin insanlarına çok şeyler katarak yaşadı... biz 4 kardeş sürekli mücadele veren bir babanın evinde büyüdük… belki de babadan çok “Muammer Sun/Muammer abi” olarak bilmişizdir pek çoğunuz gibi… Başsağlığı dilekleri sunanlara teşekkür etmiş. Sonunda da “hepimizin/sanatın/ülkemizin aydınlığının üstüne kanat geren bir koca çınardı… Melekler yoldaşı olsun.” Diyerek yazısını bitirmiş. (1)
İşte kızının anlattığı gibi Muammer Sun ’un yaşam yolculuğu de böyleymiş.
Kızı “önüne çıkarılan l001 engele rağmen bunları başardı” diyor. Söylediği gibi bu yaşam yolunda “engel olmasalardı neler başarırdı kim bilir?” derken “4 kardeş ile birlik sürekli mücadele veren bir babanın evinde büyüdük.” Diye yaşam yolculuğuna tanıklığını aktarmış.
Hasan OKURSOY
26 Mayıs 2021
Yelki
Kaynak; (1) Müride Sun Aksan, Mavi Nokta (Günlük e-Müzik Gazetesi), 16-1-2021 gün.
Not; Fotoğraf, evetbenim com.dan alınmıştır.

YOLLAR-8
KIŞ OLMADAN TOHUM ÇATLAYIP ÇİMLENMEZ
Her yol uzun olsa da bazen insanın yola düşürdükleri uğuldar durur, bu ses de unutulmaz. Yazılarında, sesinde taşkınlık olmayanlar ve haksızlığa karşı durmayanlar da sonunda unutulur gider, onları kimse bilmez. Yazar güne not düşer, başkalarının görmediklerini bulur ve bir gün bunları okuyanlarına ulaştırır.
İbrahim Karaca, “Şiir Unutmamaktır” başlıklı deneme yazısında; “Kim ne derse desin; şairler, acılı evlatlarıdır hayatın. Başkalarının şöyle bir bakıp geçtiği, dikkate almadığı, doğal saydığı birçok küçük ayrıntı onu yaralar, öfkelendirir, mutlu eder. O, bakıp da görülmeyen… Duyulmayan, gözden kaçan ayrıntılardan etkilenir. Ayrıntılar ona çok şey fısıldar.” Der. (1)
İbrahim Karaca iyi bir şair olduğu gibi iyi bir deneme yazarı, bulduğum şiir ve yazılarını hemen okurum. Deniz Korcan yazar ile yaptığı bir söyleşide;
“Hiçbir şeyi tümden yitirmeyiz elbette ama eksiliriz… Onun yazmadığını hayat başka araçlarla yazdırır. Önemli olan, sahte olmayan bir dünyadan sinyal almak, ona bir öpücük kondurup hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin doğru yere yollamaktır. Hiçbir yankı kaybolmaz, mutlaka yarına kalır. Hayatın şiirini yaşamıyla yazıyor aslında milyonlar… Biz onu dizelere döküyoruz, şiirin diliyle tutanak tutuyoruz.” Diye güne not düştüğünü çok güzel anlatmış. (2)
İbrahim Karaca’nın yaşam yolculuğu, şiirlerinde de bu güzelliği ortaya koyuyor.
Bu nedenle “Bekle Buğday Tanesi” şiirini yazıma almak istedim.
“Bekle kar altıda kalan buğday tanesi
Yine onun sularıyla yeşereceksin
Göz yaşların çare değil
Ağlama büyü
Başını dik tutabilirsen
BOY VERECEKSİN
Korku kar eylemez bir kez yola düşene
Sen bir aşkın içindesin yaşayacaksın
Dört yanını börtü böcek sarsa ne çıkar
Toprağa sıkı sarıl
BAŞ EDECEKSİN
Her yanında allı morlu
Güller açar
Türlü türlü
Bu fırtına dünden belli
BAŞ EDECEKSİN”
Bir de akşamlar, gün batarken bir kızıllık dağların arkasını boğar. İçinde geçmiş uğuldar. İnsanoğlu sonunda uzaklara düşer. Her tohum da toprakta uğuldar, mırıldanır ve toprak yüzüne çıkar. Bahar, yaz geçer, önce sonbahar yapraklarında başlar, sonra da güze düşer. Dünya bu böyle devam eder, gider. Kış olmadan tohum çatlayıp çimlenmez.
Doğanın dili ve yolu işte böyledir. İnsan bazen şaşar kalır.
Hasan OKURSOY
Yelki
Kaynak;
(1) İbrahim Karaca, Şiir Unutmamaktır,
(2) Kerim Korcan, Boyun Eğmeyen Dizelerin Şairi İbrahim Karaca ile söyleşi, 31 Mayıs 2020 Duruş Haber Platformu.
(3) İbrahim Karaca, Bekle Buğday Tanesi Şiiri,
Not; Resim Milliyet Blog dan alınmıştır.

YOLLAR-9
M.ALİ ERBİL
Hepimizin bir yaşam yolculuğu var, M.Ali Erbil’in de özel bir durumunu bugün Oda TV’de okudum. Jülide Ateş’in sunduğu ‘40’ programına katılan ünlü şovmen çocukluk anılarını anlatmış “annesini sevemediğini” söylemiş. Kendi anlattığı için yazıma anlattıklarını aldım.
"14 yaşıma geldiğimde, üvey baba beni ergen döneme girdiğim için evde istemedi. Annem de çaresiz kaldı, çok sevdiği için saygı duydum, bize sahip çıkamadı. Film gibi, üvey annem de abimi istemedi. Dediler ki bunlara bir yatılı okul bulalım, en yakını baba sanatçı ya, konservatuar olur dediler. İkimizi de konservatuar sınavlarına soktular, ben 14 abim 17 yaşındaydı. Beni üstün yetenek olarak 14 yaşında konservatuara aldılar, ilk öğrenciyimdir. Ağabeyim kazanamadı. Ben yatılı okula girmiş oldum ve annem Ankara'da ben de Ankara'da okudum. Yine ilişkimiz hiç normal değildi" diye o günlerini anlatmış.
Erbil gözyaşları içinde sözlerine şöyle devam etmiş:
"En acısı, hiç unutamadığım, kirli çamaşırlarımı anneme yıkatmıyordu üvey babam. Komşumuz vardı ben komşumuza deterjan alırdım, komşumuz yıkardı benim çamaşırlarımı. Yatakhaneye gelirdim gece ağlardım, 'Allah'ım ben hiç böyle olmayacağım, ben hiç ayrılmayacağım, hiçbir zaman karımla ayrılmayacağım, böyle çocuklarım olmayacak benim' derdim. Ama hiç dediğim olmadı, dünya istediğin gibi sürmüyor. Bu arayıştan, bu sevgisizlikten 4 tane eşimden de ayrıldım, annemi sevemedim sonra. Bu benim hatam değil. Sevemedim annemi, içimden öyle şeyler boşaldı gitti ki, sevemedim asla. Bizi üvey babaya ezdirdiği için." Diye söylemiş. (1)
İnsan gönlünce yaşayabilir mi? Yaşam dediğimiz bu yol bazen böyle dikenini de sunuyor. Oysa yaşam çok kısa, bir bakmışsın bitiveriyor, pişmanlık ve keşke söyleyişler arasında.
Mutluluk mu? Bazen bir dağın tepesinde, bazen de karşında bekler, onu bulmak da bazen şans ister. İnsanoğlu, bazen de kader der geçer.
Felsefeci, şair, senaryo yazarı Sedat Balun bir sözünde; “Nereye kaçarsan kaç, üç şey seninle gelir, gölgen, acın, geçmişin, kaderin ise zaten seni orada beklemektedir.” Der. (2)
Anlamlı bir söz. Genç bir yazar olmasına rağmen, Sedat Balun’un güzel sözleri var. Okunmaya değer.
M.Ali Erbil yaşam yolunda hüzünlü bir anını paylaşmış, ders alınacak konumda. Ünlü olmak kolay değil, her insanın bir acısı var. Sayın Erbil, kim ne der diye düşünmemiş, bir acısını dile getirmiş, bazı hususlara dikkat çekmek istemiş. Düşünmemizi sağlamış.
Hasan OKURSOY
Yelki
Kaynak;
(1) Oda Tv. 4-6-2021 tarihli haber.
(2) Demli Sözler Com.Sitesi
Not; Resim Milliyet Blog'dan alınmıştır.

YOLLAR-10
SAMİ HAZİNSES
Haydar Ergülen, “Bazı sanatçılar yapıtlarının toplamından fazla bir şeyi ifade ederler…Sanki onlar her zaman hayatımızın içinde olmuşlardır…Onların hayatımızın içinde bulunduğu anı/zamanı hatırlayamayız bile. Tıpkı hepimizin Sami Hazinses’le ilk nerede, ne zaman karşılaştığımızı ve hiç yabancılık çekmeden birbirimizi nasıl sevdiğimizi hatırlamadığımız gibi …” der. (1)
Uzaklara yollardan gidilir, o yollar da hepimizin farklı anılarını saklar.
Sami Bey, 15 Aralık 1984 tarihinde kendisi ile yapılan bir söyleşide, Ermeni olduğunun bilinmesini istemediğinden, söylediklerinin öldükten sonra yazılmasını istemiş.
Farklı bir yapıda imiş, Okmeydanı SSK Hasta hanesinde yatarken kendisini 7 kişilik odadan özel bir odaya almışlar, kıyameti koparmış “Ben eski odamda mutluydum, hayatım boyunca yalnız yaşadım. Bari burada yalnız bırakmayın” demiş. (2)
Nubar Terziyan’ın başına gelenlerde farklı bir öyküdür.
Nubar Terziyan, isminin açıklığıyla Ermeni imiş. Yeşilçam filmlerinin unutulmaz oyuncusu Nubar Terziyan mahallenin manavı, kasabı, sütçüsü; ‘jönün’ babası, amcası, en yakın dostu, ama oyuncuların hep en tontonu, oğlu gibi sevdiği Ayhan Işık’ın 1979’da beyin kanaması sonucu aniden genç yaşta ölümü üzerine bir ilan vermiş. İlanda şunları yazmış.
“Oğlum Ayhan, Dünya fanidir ölüm herkese nasip ama sen ölmedin, zira geride bıraktığın bizlerin ve milyonların kalbinde yaşıyorsun... Ne mutlu sana... Çok kısa oldu senin için hayat... Ruhuna Fatiha, nur içinde yat... Amcan Nubar Terziyan”
Bir gün sonra Ayhan Işık’ın ailesi gazeteye şu cevabi ilanı vermiş.
“Amcan Nubar Terziyan imzasıyla çıkan ilanla sevgili varlığımız Ayhan Işık’ın hiçbir ilişkisi yoktur. Akrabalar, verdiğimiz aile ilanında isim isim ve teker teker bildirilmiştir. Görülen lüzum üzerine üzüntüyle duyururuz...” Diye bir düzeltme yapmışlar. (3)
Bu düzeltme haberinde, muhakkak Terziyan’ın acısı da ikiye katlanmıştır, bunu duymamak mümkün mü?
Bir gün kendisine “çok para kazandınız mı” diye sorulunca verdiği cevap da insanı düşündürür.
“Çok param olsaydı ne yapacaktım? Belki bir araba alacaktım, onun da lastiklerini kapı önünde sökeceklerdi. Oysa köşede dolmuş beklerken gören biri ‘Buyurun Nubar Bey” diye arabasına davet ediyor. Gönül insanı olursanız, bütün her şey sizindir. Sinemada parayı starlar kazanır. Biz de onların biraz daha şöhret olmasını sağlarız.” Demiş. (4)
Bu sözlerin ardından ne denir? Dalgalanır durur deniz, ölümdür hepimizi eşitleyen, bugün varsın, yarın kim bilir? Erken veya geç, zamanı gelince bu dünyadan gidilir. Er veya geç doğum varsa ölüm de bir yerden mırıldanır gelir.
Ahmet Oktay da “Kırlaştı Saçlarım” şiirinde oralardan seslenir.
“Ayrılık bilemem ne zaman gelir,
Sen bir okul defteri getir bana;
çünkü sadece yazmak tesellidir
çektiğimiz acıya bu dünyada.
Kırlaştı saçlarım yakınmıyorum;
ölüme yargılı insan doğumda;
yeraltı mı korkunç bilmiyorum,
dünya mı? Yaşadım yaşadığımca.
Sende erken dolarsa vade erken
ne olur ‘beyaz bir gül at ardımdan
bomboş sokağa; dağılsın her keder” (5)
Antalya Altın Portakal şiir ödülünde görmüştüm İlhan Berk ile Ahmet Oktay’ı, hatta tanıştım her iki ile. Hala sıcacık taşırım, unutmam o günümü.
Şairimiz;
“Çok şükür borçlu öleceğim herkese
Sürülecekse bu yüzden sürülecek izim. Birkaç alacağım da
-bir fikir, bir dize, bir imge-
kalacak elbet birilerinde
ve belki onların peşine düşecek
başka birileri de” (6)
Diyerek, 3 Mart 2016 tarihinde aramızdan ayrılmış.
Sanatçılarımızı ve şairimizi özlemle anıyoruz, huzur içinde uyusunlar.
Hasan OKURSOY
10 Haziran 2020
Yelki
Kaynak;
(1)Süleyman Çeliker, Öleyim ondan sonra yaz ermeni olduğumu, 27 Ağustos 2016 tarihli Duvar Gazetesi.
(2)Age.
(3) Karin Karakaşlı, 1-9-2016 Tarihli Agos gazetesi.
(4) Atilla Köprüoğlu, Kırık Kalp ve Nubar Terziyon, 14 Ocak 2021 tarihli Denizli Ekspres Gazetesi.
(5) Ahmet Oktay, Kırlaştı Saçlarım, Altın Portakal Şiir ödülü (2002), “Hayalete Övgü”.
(6) Ahmet Oktay, Hayalete Övgü Odağından.
Not; -Fotoğraflar; Sondakika com.fotoğraf galerisi ile Literaedebiyat com. dan alınmıştır.

YOLLAR-11
ÜŞÜDÜĞÜN O GÜNLER
Her gün nelerimiz söndü, o günler bir bir bitti. Fakat ne kadar kazsak ayrık otu kurumadı, yine çoğala çoğala büyüdü. Aşağı bağı o ayrık otundan kurumadık, yazları anacığım ile beni çok yorardı. Şimdi ne anacığım ne aşağı bağ kaldı. Özlediklerim, çocukluğum, geride bıraktıklarım, anılarımda soluyup dursa da hiçbiri geri gelmedi. Bir gün ben de gidenlere katılacağım ve unutulacağım, böyledir doğanın dili.
Öyle hızlı geçer ki gün, farkında olunmaz.
Üşüdüğün o günler, yaşlandığında seni daha çok sarar, o pişmanlıkların boğulur gider.
Yol kısa belki bir sonraki durak, artık seni de bekler. Yollar böyledir işte taşır, taşır ve sonunda seni de bir durağa bırakır.
Değer mi kavgaya, insanı kırmaya, aldatmaya. Gönül al, sevgini ver, verebildiğin kadar. Kıymetini bil, her anın, her geçen günün. Yolda, bayırda bu yolculukta bıraktıkların, belki bir gün seni anar.
Ne mutlu her gün gülene, yüreğinde sevgi taşıyıp, gülücük savurana, içindeki çocukluğu kaybetmeyene. Sakın unutma! Bugün varsın, yarın yok, böyledir bu dünya.
Bir düşünsene, her gün bu yaşadıklarından, ne kalır sana? Sen sen ol, günü gönlünce yaşa. Bazen de yağan yağmuru, bir çatlaktan sızan suyu ve ıslaklığı düşün, o zaman senin de içine çöker bir hüzün. Uzanıp da alamadıkların aklına gelir, çatlar bir kavun, kanar için.
Yine bugün karamsar yazdın. Sen yine de gülü de düşün, dikenine dokunmadan, doğan güneşe bak, ışıl ışıl. Rüzgârı sesinde tut, belki üşümezsin, sessizliği de acısından sıyır. Acın yalnızlığında kalsın.
İnsan kıyısında bıraktıklarına ve unuttuklarına, uzakta kalanlarına yanar. Bazen sessizlik bir çığlık gibidir, bazılarımız onu görür. Sessiz insanları korur.
Sen yine de sevgini uzun en kuyusundan çek dur, oradan taşır, bugün başla, belki yarın çok geç olur, kimseye gözyaşı sildirme, ceplerini sevgi ile doldur, yarın ya varsın, ya yoksun, işin özeti budur.
Öyle kısa ki zaman bittiğini bile anlayamazsın. Keşke ile donatma günü, yarını. Yine tamamlanmamış şiirlerin olur, yine bitmemiş mektupların, yine söylenmedik sözlerin, ne zaman gidersen git değişmez bu.
Sen sevgi dağıt, gülersen bahar olur her gün.
Hasan OKURSOY
25 Haziran 2021
Yelki
Not; Resim, İmages jpg den alınmıştır.

YOLLAR-12
BENDE NEDENSE YOLLAR HİÇ BİTMEZ
Bazı inanlar bu dünyadan ayrılsalar da insanın yüreğine gömülürler. Bir türlü unutulmaz onlar. Bazen de insan onların acısında kavrulur durur, bu acıdan kopamaz. Bazen de bu acı her güne düşer, sizi bırakmaz.
Gün geçer, dostlarla arkadaşlarla da yollar ayrılır birer birer. Sonra bir yalnızlık başlar. Ne kadar konuşsa gözler, anlatamadıkları da olur, o zaman insan kahrolur. Bu durum anlatılmaz, içine bir hüzün yağmur gibi yağar.
İnsan içindeki doğrularla yaşar.
İnsan denizin mavisini, akşamın kızıllığını sever, yeni doğan günü, kendisine yakıştırmak ister. Sonra kıyısına küser, akşamını bekler, gece sessizliğine solur.
Bazen de içinde ince bir sızı zonklar durur.
Sokrates öğretmenlere “Öğrencilerinize bir şeyler öğretmeyin, onların düşünmesini sağlayın. Onlar düşünmeye başlarsa, zaten kendi çabalarıyla öğrenirler. Bir çaba ile öğrenilenler ise hiç unutulmaz, kalıcı bilgi olur.” Demiş. Doğru bir sözdür. Bir de sorgulayan, soran iyi öğrenir. Özgür yetişir, yanlışı yanında barındırmaz.
Kızıl bayır yokuşunu unutsam da bu yaz günleri aklıma düşer, yanımda pelit ağaçları hışırdar durur. Çırçır böcekleri hala yanımda öter, neler neler anlatır?
Bende nedense yollar hiç bitmez. Yollar hala düşlerime girer, mola yerlerinde çalan müzik bazen beni büyüler. Bazıları ise içime bir kasvet gibi çöker.
Yollar beni bir mıknatıs gibi çeker, hani bir söz vardır. “İnsan birbirini yolculukta tanır” diye. Bu söz de doğrudur, yollar insanı konuşturur, uzakları, bu konuşmalar yakınlaştırır. Bundan olsa gerek, insan yanındaki arkadaşını konuştukça tanır.
Bir de insanları dertleri ve gülüşü birleştirir. Ne kadar farklılık gösterse bile insanların gülüşünde umut neşe vardır.
Yolculuklarda durak ve otobüs terminalleri çekilmemiş resimler gibidir. Ayrılık ve dönüşler orada birbirine karışır, bir bakarsın gök gürler, bir bakarsın deniz çarşaf gibi güler.
Oralarda sanki akşam olmaz, biri gider, biri gelir. İnsan eksilir, çoğalır, bir şey söyleyemez ve bunu anlatmak bize düşer.
Aslında yolculuk ve yol deyip geçmemeli insan, oralarda bugünü aradığı gibi geçmişi de aramalı. Her yolculuk ve yol insanı bir yere götürür. Bu yer belki bir liman, terminal veya durak olur, buralar ne kadar önemli ise yolculuğun kendisi de anlamlıdır, zamanla kendisini anımsatır durur.
İnsan içindeki sevgiyi çoğaltabilirse, daha iyi daha güzel yaşar, o zaman dünyası daha güzel olur. Bence eğitimde öğretmenler buna daha çok odaklanmalıdır.
İnsan kendi ateşini yakar, kendi ısınır ve kendini tüketir durur. Bencil olmak yalnızlığını yaratır. Tek başına yaşam da insana zindan olur.
Bugün yine kırık cümlelerimden yazıp durdum. Uzaklarımdan, suskunluğumdan ne varsa önüme kattım. Böyle yazıp söylediklerime bakmayın. Bırak deniz çekilsin, kumu da çakılı da kıyısında görünsün.
Yağmurun da bir dili vardır. Önce saçlarını ıslatır, kaşlarından kirpiklerinden akar, susuzluğun gider, toprak çamura döner, dere çoğaldıkça gürler. Dereler ırmaklar denizi besler, tuzunda solur. Her geçtiği kıyıda, kalan öyküsü olur.
Bağ bozumunu sona bıraktım, onun da anlatılması güze kalsın.
Ah! Sonlar, kimse onu bilmez, oysa her şeyin bir sonu ve sona bıraktıkları vardır.
Bırak aksın dereler ve ırmaklar denizinde tuzu solusun, biz de kıyısında, kalan öyküsünü bulalım, böyle anlatıp duralım.
Hasan OKURSOY
3 Temmuz 2021
Mordoğan

YOLLAR-13
İNSAN BAZEN EYLÜL GİBİ SOLUR
Bayram şekeri deyince ben çocukluğumdaki halkalı şekeri farklı severim, onun tadını ve sevincini hiçbirine değişmem. Çünkü çocukluğumdaki o tadı, ellerimdeki o yapışkanlığı başka bir yerde bulamam.
Bir de söküklerimdeki kalanı, kimse bilmez. Üşüdüğüm pencere kenarını, pamuk toplayan parmak uçlarımı, çiğ tanelerini ve karıktaki bir karpuzun soluduğu anı, benden başka kim bilir?
İnsan bazen eylül gibi solur, sonunda toparlanıp gider, sonbahar güze döner.
Her insanın bir deli yanı vardır. O zaman yaklaşılmaz ona.
Bayram şekerinden başladım, çocukluğuma, ellerimdeki yapışkanlığa. O günler, o yapışkanlık yine gelse, sevincim koşup dursa, şimdi neler vermem.
Ah! O günler, kekeler durur, solur yanımda. Şu kadere bak, ömrüm bitti gider. Batıyor gün, alevinden son bir bakış yola düşer. Hasarlarım mı? Onarılmadı bekler, oysa zaman yok, geçti günler.
Anacığımın halı dokumasını zaman zaman gözlerdim, kirkit sesi hala kulaklarımda çınlar, ilmik atışını görür gibi olurum, tezgâhta seker durur zaman zaman.
Ara Güler “Yaşam size verilmiş boş bir film. Her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışın.” Demiş. Bilmem Ara Güler doldurabildi mi? Fakat ben dolduramadım, doğru bir sözdür. 20 yıl asistanlığını yapan Fatih Aslan onunla olan yolculuğunu şöyle anlatmış.
“Ondan ışığa bakmayı, estetik duygusunu öğrendim” diyerek bir gün kendisine “Ne olacak bu fotoğraflar neden çekiyorsunuz” diye sormuş. Ara Bey gülmüş, bir şey söylememiş. Fakat yıllar sonra “fotoğrafların ne kadar önemli olduğunu anladım” demiş. “Ara Güler’i değerli kılan kültürü” diye de ilave etmiş. (1)
Anacığımın, halı dokurken bir fotoğrafı yok bende. Şimdi olsa onlara bakar, o günleri farklı anardım.
Betül Kanpolat 16 Temmuz 2021 tarihli Birgün gazetesindeki köşesinde; “Hayatta koşar adım ilerlerken arkamızdan seslenen geçmişe pek kulak asmıyoruz. Hikâyeler ve masallar geçtiğimiz yolların kilit taşları. ‘Her dönemin ruhu ayrı’ diyerek eski anlatılara burun kıvırdığımızda iyi bir kilit taşı ustası olan zaman öfkeleniyor. Taşları yerinden oynatıyor. Takılıp düşüyor, yaralanıyoruz. Acımızdan ders çıkarmadıkça bilginin, sezginin, deneyimin onarmaya çalıştığı yaralar kabuk bağlayamadan tekrar tekrar açılıyor. Modern yaşamda dikkatlerimiz dağınık. Dünyayı oluşturan bileşenlerin yüce sadeliğini unutuyoruz. Huzurumuz kaçıyor. Yerkürenin şiirini okuyamıyoruz.” Diye yazdıktan sonra “Şiirsel olan her şey bir varış noktasını anlatır; onu bize bir anlığı gösterir” diye Borges’in sözlerine de yer vermiş. (2)
Bu yaşamda, ömür dediğimiz yol çok kısa. İnsan sonunda bu kanıya varıyor.
Bu duygular içinde, yazımı “Kırıklarım” şiirim ile bitirmek isterim.
KIRIKLARIM
Bakışım
Sessizliğim
Pişmanlığım
Düşer güne
Kimse bilmez
Kanar durur bir yerim
İçimde sarılmaz kırıklarım
Geçti kaç mevsim kaç yılım
Bu fırtınadan
Ne kaldı size bize
Gelmez o mektuplarım
Fısıldar her yer bitti diye
Artık bende
Söndü dört mevsim
Bahar mı yaz mı dedin?
Uyanmaz tomurcuklarım
Şimdilik bekle
Sonunda sen de gelirsin
Birbirine benziyor bu hayat
Ne kadar yaşasan da bitiyor gün
Bazen susmak çok şey anlatır. Fakat yılların yalnızlığı da insanı köpürtür, konuşmak, yazmak ister, çırpınır durur. İnsanın özledikleri, gelmeyince de dünyası karanlık olur.
Yol dedik, gide gide bir sona varılır elbet. Her son birbirine benzer bir yerde.
Hasan OKURSOY
17 Temmuz 2021
Yelki
Kaynak;
1- AA. Muhabiri Çiğdem Alyanak’a 4-5-2019 tarihli anlatımından.
2- Betül Kanpolat, Unuttuğumuz ne varsa ayağımıza takılıyor, 16-7-2021 tarihli Birgün Gazetesi.

YOLLAR-14
HER ŞEY GİTTİKÇE KÜÇÜLÜR
Yazarken, yol, yöntem de yolların farklı bir öyküsüdür.
Füsun Erbulak, kendisi ile yapılan bir söyleşide “Yolu buldum mu bilmiyorum. Her seferinde başka yollardan gidiyorum sanki. Şimdiki durağa gelirken genellikle gece yolculukları yaptım. Yalnız başıma. Daha önce farklıydı, yazıyordum, siliyordum; tekrar yazıyordum. Yarım kalan sayfaları tamamlıyordum. Bu yolculukta, gece vakti kalktım; masanın başına oturdum, yazdım, yattım. Öyküler de öyle geçiyor önümden. Bir not defterim var, bazen tek kelime notlar alıyorum, anımsatıcılar gibi onlar. Benim için öyle. Sonra dönüp baktığımda bir gece yolculuğunda öyküye dönüşüyorlar. Ben hala başka yollar, başka duraklar arıyorum. Sanıyorum bu sonsuz bir döngü.” Diye söylemiş. (1)
Feridun Andaç da “Kendi kendimize yazdıklarımızın iki boyutu vardır; biri anı, diğeri de günce/günlük. Yaşama tanıklığı içeren yanları birbirine yakınlaştırsa da asla biri öteki değildir.” Diye yazmış. (2)
Her okuduğum bende iz bırakmıştır, önceki yazılarımda belirttiğim gibi bende bıraktıklarını bir kenara not ederim. Daha sonra da bu notlarım yazılarımda bir bakarsın konuşur. Alıntılarımda kaynak notlarımı kesin belirtirim.
Bir de insanların yolda, çarşıda her yerde telaşını gözlemek yazmama yardımcı olur. Yine daha sonra notlar alırım, kaynak yazılarımda kalır. Bazen bakışlarım da asılı kaldığı yerden birden kopmaz, orada yalnızlığım başka konuşur.
Bir de kimseye telleri kopuk bir saz gösterilmemelidir. Telleri kopuk sazda öğrenememenin bir farklı boyutunu görür, üzülürüm. Sadık ve İrfan ile Şener saz çalarlardı. Müzik yetenekleri vardı. Öğretmen okulunda müzik öğretmenimiz bize Gaziantep yöresinden “Deriko” türküsünü öğretmişti. O ne güzel bir türkü idi. O günler geldi aklıma. Saz çalamam, fakat çalan ve eşliğinde söyleyenleri takdir ederim.
“Deriko saçın örmezler/Seni bana vermezler/Deriko kaşlar kara/ Deriko gözler ela”
Türküleri çok severim. Şarkıları da öksüz bırakmam. Müzik yeteneğim olmasa da iyi bir dinleyiciyimdir.
Bu yaştan sonra ne anlatayım. Baharı mı? Yazı mı? Yaşlanınca insanda bahar da yaz da biter. İnsan güze döner. Artık yanında her yer, yolun sonu göründü der. Bundan sonra dalında sallanan kiraz mı olunur? Yel estikçe zerdalinin sarısından mı bakılır?
Artık bizde her akşam yorgun, gözler suskun. Tekrarlar başlar, unutkanlığından insan korkar.
Bazen de biriktirdiklerine güler, her şey gittikçe küçülür, yele yağmura ne dayanır? Söylenen türküler de bir bir biter. Dağ dumanına, sabah çiğine küser. Ve insan öleceğini bile bile yaşar. Bazen de doğanın bu diline şaşar. Fakat yine de güzeldir yaşamak, bu anı, bugünü değerlendirmek.
Sonra gökte bir bulut görünür, yağmur ince ince kendini gösterir, insanın içindeki bir boşluğu yel savurur durur. Her yol bir uçurum olur. Yolda ne varsa o zaman söylenir. Gece olmasa gündüzü kim bilir? Acı-tatlı, eksi-artı hep yanında solur.
Yasaklar mı? O bitmez ki… içindeki korku, her güne yeni yasaklar kor.
Şimdi çocuk düşlerine neler vermez insan, yine o günler mavi deniz gibi çalkalanıp dursa, ne güzel olur zaman,
Yola çıkınca, kimse yolda yaşadıklarını, fırtınasını, buzunu ve denizde dalgalarıyla boğuştuğunu bilmez, gidip gezdiğini sanır, yaşadıklarının hep güzel olduğunu düşünür. Yoldaki yamaların, düşenlerin, üşümüş halin bilinmez. Yıllar geçse de bazen onlar ıslanan yapraklar gibi ışır, bıraktıkların sızlar geride. O varış noktan önemlidir, kime sorsan seni orada sanır.
Sabahattin Ali’nin “Hapishane şarkısı” şiirinin sonu;
“Kurşun ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül aldırma”
Diye söylendiğini duysam içim kanar.
Şair bu şiiri, Sinop cezaevinde hükümlülüğü sırasında yazmış. Cumhuriyetin onuncu yılında çıkarılan af ile tahliye olmuş. 1976 yılında da Kerem Güney tarafından bestelenerek şarkı haline getirilmiş. . Özellikle Edip Akbayram, şarkının ünlenmesinde farklı bir rol almıştır.
Şiir haksızlığa başkaldırmayı ve sabrı öne çıkaran sözleri nedeniyle ünlemiş. Toplumun her kesimince benimsenmiş. Fakat bu şiirin bir dizesindeki “Yollar gide gide biter” sözleri de benim gibi hepimiz için de önemlidir, çünkü hepimizin bir öyküsü ve gittiği yollar vardır.
İşte böyle her anıda bir yol öyküsü uğuldar durur, duyduklarım, yaşadıklarım ve notlarım benim böyle yazılarımda yer alır.
Şairin dediği gibi yollar gide gide bitiyor. Ömür gibi gün geliyor hepsi unutuluyor. Yalnız yazılanlar kalıyor.
Hasan OKURSOY
17 Temmuz 2021
Yelki
Kaynak;
1-Abdullah Ezik, “Kaybettiğimizi fark etmediğimiz şeyleri düşündüm çok fazla. Onlara yazdım bu kitabı.” 9 Kasım 2018 Füsun Erbulak ile yapılan söyleşi, Edebiyathaber.net.
2-Feridun Andaç, “Günce yazmak, günlük tutmak” 27 Nisan 2021 Edebiyathaber.net.

YOLLAR-15
TALİP APAYDIN'IN YATILI ÖĞRETMEN OKULU YOLCULUĞU
Yaşlanan insanı her şey yorar. Şu üç günlük ömründe nelere üzüldüğünü, uykusuz kaldığını insan zaman zaman da sorar. Sonunda değer mi? Diye pişmanlıkları sakar. Fakat çocukluk, gençlik gibi yoktur. Umuda başlangıç, doğan güne uzanış o yaşta başkadır.
Bazen yaşam yollarda çiçeklerini toplatmak ister, böyle düşün her yola çıktığın an. Gecenin karanlığı dokunup dursa da zaman zaman. Her bulut yağmur yüklüdür, beklersen yağmuru yağar bir gün.
Yatılı okul sınavları için yollara düşmenin hepimizde farklı bir öyküsü vardır.
Talip Apaydın da yaşamış bunu bir akşam.
Bir köy çocuğu olarak Çifteler Köy Öğretmen Okulu’na kaydını anlattığı “Köy Çocuğu” anısında, bir sabah erkenden yola düşerek iki saat kasabaya gidişini, o yorucu yolculuğunu közündeki küllerini yıllar sonra satırlara dökmüş. On iki yaşında bütün gün yürüdüğünü ve yatsı ezanı okunurken kasabaya vardığını, sanki dün gitmiş gibi önümüze sermiş.
Ertesi gün okula alınacağını milli eğitim memurundan öğrenince, bütün yorgunluğu gitmiş.
10 Kasım 1938 günü buğday çuvalları yüklü bir kamyonun üstünde bütün gece yolculuk yapmış. Beypazarı’ndan ikindi sonu arkadaşları ile kamyona binişlerini, Mihalıççık üstünden Eskişehir’e gidiş anıları, yazılarında sekip durmuş. O yol çok uzun gelmiş yazarımıza, gide gide bir türlü bitmemiş. Sabaha karşı “inin bakalım geldik” dediklerinde, pirinç hanında sabahı arkadaşları ile beklemiş.
Okula giriş parasını gömleğinin içine dikmiş, ara sıra yoklarmış, üç liralık harçlığını da mendiline bağlamış. O gün Atatürk’ün ölüm haberini almış. Arkadaşları ile birbirine bakıp kalmışlar. Şehirdeki durgunluk bundanmış diye düşünmüşler. Bu işte bir uğursuzluk var, yollarımız kesilir bundan sonra diye üzülmüşler, yazarımızın içindeki öksüzlük duygusu büyüdükçe büyümüş. Güçsüzlüğü artmış, ayağa kalkacak dermanı kalmamış.
İkindi sonu bir otobüsün arkasında sıkışık olarak Çifteler’e doğru yola çıkmışlar.
Bir düzlüğün ortasında otobüs onları bırakmış. (1)
Tepelerin ardında kocaman beyaz bir yapı, okul binası görünmüş.
Beypazarlı Karaşarlı’dan yuvarlak yüzlü bir hemşerisi ona sahip çıkmış. “Neresinden” diye sorduklarında “Kırbaşı’ndanım” demiş. Müdür yardımcısı onu okula kayıt etmiş. O zaman daha köy enstitüleri kurulmadığından okul ihtiyaçları için kayıt parası da almışlar. Kayıttan sonra iç çamaşırlarını, ketenden pantolonlarını, birer çift asker potini ile iplik çoraplarını vermişler. Banyodan sonra bunları giyince rahatlamış. Daha sonra da yemekhanede pirinç çorbası ile etli patlıcan yemeğini yemiş. Okula ısınıvermiş.
Ömründe ilk defa yaylı karyolada, yeni çarşaflar içinde dünyanın en derin uykularından birini uyumuş.
Böylece Talip Apaydın’ın yatılı öğretmen okulu yolculuğundaki okul yaşamı başlamış.
Okul, 17 Nisan 1940 da Köy Enstitüsü olmuş, orayı bitirince Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne gitmiş, mezuniyetinden sonra Cılavuz Köy Enstitüsüne öğretmen olarak atanmış ve karanlığı aydınlatmak için yıllarca koşmuş. Öğretmenlik yaşamındaki onun yolculuğunu önemsedim, anlatmak yazmak istedim.
Hasan OKURSOY
27 Temmuz 2021
Yelki
Kaynak;
1-Talip Apaydın, Köy Enstitüsü Yılları, “Anı”, Literatür Yayınları, Beşinci Basım, Haziran-2020, s. (4-10).

YOLLAR-16
TALİP APAYDIN
Bazen susmak da yorgunluğun işaretidir. Çevresindeki olup bitenler, haksızlık yaşlanan insanı bir başka yorar. Bazı sözler de insanın içine bir mıh gibi saplanır, unutulmaz. Mıh, Farsça bir sözcük. Pek küçük olmayan çivi anlamındadır.
Şiirlere de girmiştir.
Atilla İlhan, “Ben sana mecburum” şiirinde;
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.”
Diye başka bir güzellikte bu şiiri yazmış.
Yollarda gördüklerin yaşadıkların ve okudukların bazen de bir mıh gibi insanın yüreğine saplanır, bir türlü çıkmaz, uğuldar durur.
Konu Talip Apaydın’dan açılmışken onun yaşamındaki yollar sıkıntılı geçse de güzel anıları da olmuş, bunlar çiçekler gibi yol kenarlarında açmış, hala her yerde kokar durur. Bir okursan bunları unutmak mümkün değildir. Onun yazdıkları ve hakkında yazılanlar bundan olacak benim de içime bir mıh gibi çakılmıştır.
Mehmed Kemal, “İnsan epeyce yaşlandıktan sonra yaşamını ya da özgeçmişini anlatması, bir dağı tırmandıktan sonra tepeden bir ovaya bakması gibidir der.” (1)
Yaşlanan insan artık anılarını yavaş yavaş ortaya serer, yazarların hemen hemen tümünde bunu görürsün. Aziz Nesin ile İlhan Berk’te de bu değişmemiştir, hatta Aziz Nesin olduğu gibi anlatılmasını ister, “Böyle Geldi Böyle Gitmez” kitabında oğlu Ali’ye mektuplarında özgeçmişini büyük çapta anlatmıştır.
Talip Apaydın’da çok sıkıntılar çekmiş. Fakat bu sıkıntıların içinde güzellikleri de yaşamış. Okuduğu okullar ve öğretmenleri ona çok şey kazandırmış.
Çifteler ’deki tarım öğretmeni onlarla birlikte köylülerin inanmadıklarını başarmış. Üzüm, meyve yetiştirmişler, enstitünün getirdiği yeni hava, yeni yaşam çevreyi de etkilemiş, tepelerin orman olduğunu köylüler de görmüş.
Müdürlerin içinde Raif İnan başka imiş. Hiç kötü sözcük kullanmazmış, bir öğrenciyi dövdüğü görülmemiş, Talip Bey, okul müdürü deyince bu öğretmenini düşünürmüş.
Raif İnan ile birlikte “Enstitü ruhu ve kişiliği bir farklılık yaşamış. Demokratik bir yönetim tarzını okula yerleştirmiş. Eleştiriler olgunlaşmış, birbirlerini dinlemeyi, düşünceye saygıyı, topluluk önünde konuşmayı, kendilerini savunmayı” öğrenmişler. (2)
Yazarın, Halise Hanım ile evlenişini de yazmak isterim.
Talip Bey ile Halise Hanım Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde öğrencilikleri sırasında tanışmışlar. Okuldan mezun olduktan sonra Talip Bey, Halise Hanımın Yozgat’ta çalıştığını bildiğinden bir gün hiç tanımadığı Yozgat Milli Eğitim Müdürüne bir mektup yazmış.
“Sayın Milli Eğitim Müdürü, Halise Sarıkaya’nın Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nden arkadaşıydım. Fakat üç yıldır birbirimizden haberimiz yok, ne olduğunu bilmiyorum. Bana bir ağabeylik yapın” demiş.
“Halise Sarıkaya’nın kimseyle ilgisi, bir takıntısı yoksa bana bildirir misiniz, evlenme teklif etmek istiyorum” diye yazmış.
Müdür daha sonra Halise Hanımı çağırmış, “Talip Apaydın isminde bir arkadaşınız var mı?” Diye sormuş. O da “var efendim çok değerli bir arkadaşımdır” demiş.
Hakkı bey daha sonra Talip Beye mektup yazarak “sen de Halise Sarıkaya kadar dürüstsen, iyiysen, hiç kimseyle bir bağlantın yoksa evlenme teklifi yap” diye yazınca dünyalar onun olmuş. Halise hanım ile mektuplaşmaya başlamışlar, daha sonra Yozgat’a izin alıp gitmiş. Milli Eğitim Müdürü ile “ben mektubu yazan öğretmenim” diye tanışmış. Müdür Bey de “o zaman burada size köy düğünü yapalım” Diye söyleyerek babalık yapmış.
1956 yılında Cumhuriyet Okulu’nda bir düğün yapmışlar, Vali İhsan Sabri Çağlayangil yüzüklerini takmış ve nikahları kıyılmış.
Tüm köy öğretmenleri katkı sağlamışlar, beş kuruş harcatmamışlar. (3)
İşte Talip Apaydın’ın yaşam yolundaki evliliği de Halise Hanım ile böyle başlamış ve ölünceye kadar devam ermiş.
Talip Apaydın ve eşi Halise Hanımı saygı ile anıyoruz. Huzur içinde uyusunlar.
Hasan OKURSOY
27 Temmuz 2021
Yelki
Kaynak;
1-Mehmeh Kemal, Acılı Kuşak, Çağdaş Yayınları, Aralık-1977, s.268
2-Talip Apaydın, Köy Enstitüsü Yılları, Literatür Yayınları, Beşinci Basım, Haziran-2020 s.41.
3-Firdevs Gümüşoğlu, Cılavuz Köy Enstitüsü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Baskı, Ocakm-2019, s. (444-446).

YOLLAR-17
HÜSEYİN ÖĞÜTÇEN
Düşenin dostu olmaz derler, fakat düşenin yanında olmak insanı güçlendirir, ona güç verir, kol kanat olur. Ona güç veren yıllar geçse de anılır durur.
Mehmet Başaran, “Otuz Yıl Önce Yola Düşenler” yazısında, Savaştepe’yi bitirenlerle 6 Temmuz 1974’te bir araya geldiklerinde anlatılanları yazmış.
Toplantıya katılanlar, yaşadıkları acılarını anlatmışlar.
Gönen’in Bostancı köyünde 23 yıl çalışan Ahmet Öztaş, bir tertiple hapse atılmış ve cezaevinde iken Gönen Kaymakamı Hüseyin Öğütçen kendisine bir telgraf çekmiş, toplantıda bu telgrafı da okumuş. (1)
Ahmet Öztaş
Cezaevinde Tutuklu Öğretmen
Bandırma
Tutuklu olduğunuzu büyük bir üzüntü ile öğrendim. Sizin gibi memleketini seven, öğretmen olarak çalıştığı köyüne yol, elektrik, köyüne kavaklıklar tesisi ve köyden itibaren iki kilometrelik yol kenarının ağaçlandırılması, köyün kooperatifler vasıtasıyla kalkınması konusunda gündüz demeden kendisini mesleğine ve memleketine adayan bir kimsenin, bu şekilde bir suç işleyebileceğine inanmıyorum. Bir yanlış anlama, tertip de olabilir. Adalet mutlak surette en doğru şekilde tecelli edecektir. Adalete inanın ve güvenin. Geçmiş olsun.
Hüseyin Öğütçen
Hakkâri Valisi
Sayın Valimiz, Türkiye’nin bir ucundan öğretmenimizin başına gelenleri duyunca, Vali olarak gittiği yerden inandığı öğretmenine geçmiş olsun telgrafı çekmiş.
İşte büyük insan böyle olmalı. Her gittiği yerde, çalışmaları ile ses getiren Valimizi, ben de İzmir Valiliği sırasında İzmir Ticaret Lisesi Müdürü olarak çalıştığım sırada tanıdım.
Bugün hapishaneye düşen öğretmenimizi kim düşünür? Fakat sayın Valimiz öğretmene inandığı için onu düşünmüş ve geçmiş olsun telgrafı göndermiş. Bu telgrafı alan öğretmenimiz bu telgrafla muhakkak kanatlanmıştır, yaşama daha umutlu bakmıştır. Bütün sıkıntıları yeneceğine bir başka inanmıştır.
“Düşenin dostu olmaz, hele bir düş de gör.” Derler. Bu telgrafla, Vali Hüseyin Öğütçen bir kat daha benim gözümde büyüdü. Güç, makam ve ömür eninde sonunda bitiyor. Fakat zamanında erdemden yana, güzelden yana yapılanlar unutulmuyor. Yıllar sonra dile geliyor. İşte böyle bize de yola düşen bu güzellikleri yazmak kalıyor.
İzmir’deki Valilik görevi sırasında Termal Tesisleri gibi İzmir’e sayısız eserler kazandırdı. Emekliliğinde, Türk Eğitim Vakfı çalışmaları sırasında kurumun kendisine tahsis ettiği aracı kullanmadı, görevine otobüsle gidip geldi. İzmir körfezinin kurtarma projesini başlatan o oldu.
Hüseyin Öğütçen, 90 yaşında ölmüştür, ölümünden önce gazetelerde yayınlanması için hazırladığı ve kendi el yazısıyla yazdığı, tarih ve saatleri boş bıraktığı ölüm ilanı kızları tarafından sadece cenaze namazının kılınacağı camii değiştirilerek gazetelere verildi.
Öğütçen yazdığı kendi ölüm ilanında;
“İzmir eski Valisi Hüseyin Öğütçen Vefat Etti. Cenazesi....günü, saat.....’te Hükümet Konağı Önünde yapılacak resmi törenden sonra Alsancak Hocazade Camii’nde kılınacak öğle namazını takiben Balçova Mezarlığı’nda toprağa verilecektir. Çiçek göndermeyiniz. TEV’na yardım ediniz” sözleri yer aldı. (2)
Sayın Valimizi saygı ve özlemle anarım. huzur içinde uyusun.
Hasan OKURSOY
1 Ağustos 2021
Yelki
Kaynak;
1-Mehmet Başaran, Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri, Deneme yazıları, Literatür Yayınları, 6. Basım Eylül-2020, s. (142-143)
2-Milliyet Gazetesi, 28-08-2012 tarihli haber.

YOLLAR-18
REŞAT NURİ GÜNTEKİN
Yollarda bazen yürüdüğünü, düştüğünü ve çektiklerini senden başka kimse görmez, bilmez.
Reşat Nuri Güntekin “Çalıkuşu” romanının yazarıdır. Bu romanı öğrenciliğinde hemen hemen okumayan yoktur. İdealist, aydın Feride’nin yaşadıkları ve mücadelesi bu romanda güzel anlatılır. Eser bir aşk romanı ise de aynı zamanda yurdumuzun sosyal şartlarını farklı aktarır ve yansıtır.
Reşat Nuri, insanımızın yaşamını, sorunlarını, duygularını ve inançlarını yalın bir Türkçe ile çok güzel romanlarında anlatmıştır.
Müfettişlik görevi sırasında Anadolu’muzu adım adım gezmiş, bu gezileri ve gözlemleri onun yazılarına katkı sağlamıştır.
Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi romanları da sinema ve televizyon dizileri için uyarlanmıştır. Romanlarında hemen dikkati çeken husus, yazarımızın iyi bir gözlemci olmasıdır. Genellikle konuşma dili yazılarında hakimdir.
Yazarın, toplumsal yönü ağır basan bir romanı da Yeşil Gece’dir.
Medresede yetişen sonra öğretmen okulunu bitirerek ege bölgesinde bir kasabada gerici ve çıkarcı güçlerce savaşan idealist bir öğretmenin mücadelesi ve uğradığı yenilginin anlatıldığı romanda 1920’lerdeki ülkenin ve toplumun sorunları, Şahin öğretmenin kişiliği ile yurttaki havanın anlatıldığı bu roman Nazım Hikmet tarafından 22 Kasım 1943’te Memet Fuat’a yazdığı mektupta okuması tavsiye edilmiştir.
Hatta Rusya’ya çevrilen bu eserin önsözüne Nazım Hikmet “Yeşil Gece romanı yazarın en derin eseridir” diye yazmıştır.
Ertürk Akşun, “Bir Cumhuriyet Aydını olarak Reşat Nuri Güntekin” başlıklı yazında yazara yönelik, güzel bir araştırmanın sonucunda önemli bilgilere yazısında yer vermiş. Yukarıda anlattıklarım ve diğer hususlar hakkında bu yazıda geniş bilgi bulursunuz. (1)
25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul Üsküdar’da doğan Reşat Nuri Güntekin öğretmen kökenli bir yazardır. İstanbul Edebiyat Fakültesinden sonra önce Bursa Lisesinde öğretmenliğe başlamış. Daha sonra ise Vefa, Çamlıca, Kabataş, Galatasaray ve Erenköy liselerinde öğretmenlik ve yöneticilik yapmıştır.
1913-1930 yılları arasında da Millî Eğitim Bakanlığında Müfettişlik görevinde Anadolu’yu dolaşmış, gözlem ve izlenimleri romanlarına yansımıştır. 1939 yılında ise Çanakkale Milletvekili olarak da siyaset ile uğraşmıştır. 7 Aralık 1956 tarihinde de vefat etmiştir.
Reşat Nuri Güntekin, Anadolu Notları kitabında “Yollarda” başlığı altında anlattığı bölümde müfettişlik görevindeki durumunu şu şekilde dile getirmiştir.
“…Bazı tenha bir istasyonda saatlerce tren, bazı güneşle beraber uyumuş bir küçük kasabanın otelinde uyku bekledim. Fazla bir yağmur yahut kar fırtınası beni bir iki gün bir köye hapsederse, arayıp soranım bulunmaz. Gün olur ki bomboş bir ovanın ortasında otomobil bozulur; şoför, yoldan geçen kamyonlardan pompa, tel, meşin ve lâstik parçaları tedarik edip makine veya tekerleğini tamir edinceye kadar etrafta dolaşırım yahut eski taşbasması Muhammediyelerdeki Cennet bağı resimlerini andıran cılız bir ağacın altında otururum.
Bu saatlerde vakit öldürmek için icat ettiğim çarelerden biri de elime geçen bir kâğıt parçasına yollarda gördüğüm öteberiyi karmakarışık not etmektir.
Bunların bir kısmı kaybolup gitmiştir. Fakat çantamın bir köşesinde birikip kalmış olanlar da bir tomar meydana getirecek kadar çoktur.
Seyahat kitap ve makalesi yazmak, son senelerde bütün dünyada bir moda haline gelmiştir, ömrümde bir kere ben de kendimi modaya uydurarak bu notlardan bir yazı serisi çıkarmayı düşündüm.” Diye yazmış. (2)
Yazarın anlattığı gibi müfettişlik görevinde insan iyi bir gözlemcidir, hele bir de yazmayı düşünürse malzemesi çoktur.
Bu nedenle Reşat Nuri Güntekin’in müfettişlik görevi sırasında Anadolu’ya yaptığı gezi ve yolculuklarda gözlemlerine, Anadolu Notları 1-II de daha çok rastlanır.
Reşat Nuri Bey özellikle Anadolu Notları ile yaşadığı zamana tanıklığı, müfettişlik görevi sırasında Anadolu’yu şehir şehir gezdiğinden, eser okununca bu durum daha iyi anlaşılır.
Belki benim günlük ve deneme yazılarım da Reşat Nuri Güntekin’e öykünmemdendir.
“Yolculuk önce seni sözsüz bırakır, sonra da seni iyi bir hikâye anlatıcısına dönüştürür.” Diye İbn Battuta boşuna söylememiştir.
Hasan OKURSOY
3 Ağustos 2021
Yelki
Kaynak;
1-Ertürk Akşun, Bir Cumhuriyet Aydını olarak Reşat Nuri Güntekin, 28-09-2020 Onedio Platformu, YazioYazıları,
2-Reşat Nuri Güntekin, Yollarda, Anadolu Notları I-II, İnkılap Kitapevi Yayınları-2015, s. 9

YOLLAR-19
REŞAT NURİ GÜNTEKİN 2
Reşat Nuri Güntekin’in yollara düşen öyküsünde, kimsenin göremediği ayrıntılar yazarın eserlerinde yer almış. Bazen şaştım, o yollara serilen resimleri nasıl bulup bize ulaştırmış. Zeynilerden izi olan askeri Doktor Hayrullah Beyin Kuşadası’ndaki Feride’ye can yoldaşı olması, bir umudu beslemesi ve her kasabada oluşan dedikoduların, tepkilerin sonlanması için Hayrullah Beyin göstermelik bir evlilik yapması, Çalıkuşu romanında dikkatimizi çeken farklı bir ayrıntı idi.
Her romanında bunun gibi kimsenin göremeyeceği özellikleri görüp yazmış.
Reşat Nuri Güntekin, edebiyat alanında 19 Roman, 7 Öykü Kitabı, 22 Oyun, 2 Gezi-Deneme ve Eleştiri kitapları yayımlamış.
Cumhuriyetimizin kurulmasında ve yaşatılmasında bu eserleri ile memleket sevgisini yaşatmak istemiş.
Reşat Nuri Güntekin, Erenköy Kız Lisesinde görev yaparken öğrencisi Hadiye hanıma âşık olmuş. Hadiye hanımın sesi güzelmiş, hatta okul yönetimi onu bu özelliği nedeni ile yurt dışına göndermeyi ailesine teklif etmiş, fakat ailesi kabul etmemiş.
Hadiye Hanım da “Ben talebe iken, Reşat Bey benim edebiyat öğretmenimdi, nasıl oldu ise oldu âşık oluverdik birbirimize. Liseyi bitirir bitirmez de evlendik. 30 yıl boyunca da onun eşi olma şerefini taşıdım.” Diye Figen Aktar hanıma röportajda evliliğini anlatmış. (1)
1927 yılında Hadiye Hanım ile evlenen yazarımızın kızı Ela, 14 yıl sonra dünyaya gelmiş. Bu durumu kızının hatıra defterine;
” Kızım ben çocukken aya bakardım, ‘Ay dede ay dede, oğlun kızın çok dede, birini bana versene, Allah sana çok vere’ diye dua ederdim. ‘Ay dede beni işitti. Çocuklarının birini bana verdi. Adı Ela kız olsun” dedi. ’Benim kadar ömrü, benimkiler kadar çocukları olsun’ diye yazmış ve Reşat Nuri Güntekin Ela Kızın babası” diye 11 Mart 1954 tarihini da atarak imzalamış. (2)
Ela babasını 13 yaşında kaybetmiş, fakat anıları onu hiçbir zaman terk etmemiş. “Annem daha pratikti, ne bileyim annemle bir bankaya gidecek olursak müdürün yanına çıkar beş dakikada işimiz hallolurdu. Babamla bir yere gidecek olursak kuyruğa girerdik. Ya da bir kitabını basmışlar, yayınevinden alacağı var, para ödemiyorlar, Babıali'den aşağı inerken kaldırım değiştirir 'O kitapçının önünden geçmeyeyim, Reşat Nuri para istiyor demesinler' diye düşünürdü.” Diye babasının inceliklerine tanık olduğunu vurgulayarak çalışma durumunu da Aksiyon Dergisine anlatmış.
Reşat Nuri Bey yazılarını gündüz yazmazmış, gece 21.30 ile 22.00 saatlerinde odasına çekilir, sabaha kadar çalışırmış. Kızı Ela “çalışıyor mu? Okuyor mu bilmezdim fakat hep daktilo sesini duyardım.” Diye söylemiş. (3)
Hadiye Hanım, sıtma konusunda çalışmaları ile bilinen İzmit’li Dr. Feyzullah İzmidi’nin torunu imiş. Soyadı kanunu çıkınca, ailenin diğer fertleri “Paşaoğlu” dememek için “Generalfeyzioğlu” soyadını almışlar. Hadiye Hanımın babası ise damadının soyadını almayı uygun bulmuş.
Kızı Ela, babasının kin tutmayan, her şeyi geniş gören, son derece nazik olduğunu, kimseye kötü bir söz söylediğini duymadığını, kalp kırdığını görmediğini de belirtmiş.
Ela hanım, babasının yazar olmasında payı olduğunu düşündüğü bir olayı da söyleşide şöyle aktarmış.
Askeri doktor olan dedesi babasını İzmir’de gayrimüslimlerin okuduğu bir okula kayıt ettirmiş, sonra da buradan alarak “Oğlum sen gez dolaş. İnsanlara bak, doğayı tanı” demiş. Reşat Nuri Bey de bağları, dağları gezmiş, insanları tanımış ve başıboş bir yıl geçirmiş. Sonra da “babam bunu niye yaptı” diye düşünmüş ve babasına sormuş. Farisice bilen, Arapça ve Fransızca büyük bir kütüphanesi olan Nuri Bey utanarak oğluna “'Ben seni Rousseau'nun Emil'i gibi yetiştirmek istedim” cevabını vermiş. Bu nedenle kızı Ela, babasının yazar olmasında bu olayın rolü olduğunu düşünmüş.
Babasının hayatta iken kitaplarından önemli telif hakkı almadığını, babasının ölümünden sonra annesinin mücadelesi ile bu işin başarıldığını vurgulamış.
Ayrıca, babasının günde dört paket sigara içtiğini, ölümünün de bundan olduğunu, 1956 yılında Londra’da tedavi görürken öldüğünü belirterek, hastanede “annesine, iyi ki Ela burada değil. Ne kadar acı çektiğimi görmüyor, ona şükrediyorum” diye söylediğini aktarmış.
Araştırmalarımda, Reşat Nuri Güntekin’in eşine imzaladığı “Miskinler Tekkesi” kitabının öyküsü dikkatimi çekti.
Erzincan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi deposunda kütüphane düzenlemesi için yapılan çalışmada, Reşat Nuri Güntekin’in eşi için imzaladığı “Miskinler Tekkesi” kitabı bulunmuş. 30 Ekim 1946 tarihinde eşi için imzalanan bu kitaba “En sevdiğim kitap, en sevdiğim insana, yani Hadiye’ye” diye not düşmüş. (4)
İnsan ister istemez, bu kitap buraya nasıl gelmiş diye düşünüyor. Fakat bu konuda bir kaynak bulamadım.
Hadiye Hanım TRT de yaptığı bir röportajda “vefatından on dokuz sene geçti, dağ eteklerinde insanlar gibi dağdan uzaklaştıkça onun yüceliğini, daha iyi görüyorum, hissediyorum” diye eşi hakkında söylenebilecek en güzel sözü söylemiş. (5)
Atatürk, bir gün, Cumhuriyet’in bu güçlü kalemine “Cephede attan düşüp sakatlandığımda, sizin Çalıkuşu romanınızı okuyarak zaman geçirdim. Romanın sayfaları ilerledikçe çektiğim acıyı unuttum!" Diye iltifat etmiş. Daha sonra da kendi içtiği altın yaldızlı ve üzerinde "Gazi" yazılı sigarasını hediye etmiş, Atatürk'ün isteği üzerine 1929 yıllarında yapılan dil kongresi çalışmalarına Reşat Nuri Güntekin Bey de katılmış. “Dil çalışmaları çok yorucu geçmiş. Binlerce Arapça, Farsça kelimeler temizlenerek yerlerine uygun kelimeler bulunmuş.” Bu çalışmaların üç yıl kadar sürdüğünü eşi Hadiye Gültekin, gazeteci Önay Yılmaz’a anlatmış. (6)
Kızı Ela Gültekin, 1991 yılında emekli olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesinde öğretim üyesi olarak da çalışmış, “Tenten”i ve birçok kitabın çevirisini yaparak dilimize kavuşturmuş, 16 Ağustos 2010 Pazartesi günü yaşama gözlerini yummuş. Sevgi Sosyal’ın “Yürümek” isimli romanı ile “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” kitabının kahramanı olarak da kitaplarda yer almış.
Yazarımızı ve ailesindeki kayıplarını saygı ile anıyoruz. Huzur içinde uyusunlar.
Hasan OKURSOY
3 Ağustos 2021
Yelki
Kaynak;
1- Figen Aktar, Hediye Güntekin ile yaptığı röportaj.
2- Nurten Bengi Aksoy, Türk Edebiyatının en çok okunan yazarlarından Reşat Nuri Güntekin, 23 Ocak 2016 edebiyat, Listelist Medya Platformu.
3- Cemal Kalyoncu, Çalıkuşu Ailesi, Aksiyon Dergisi-2002. Sayı:385
4- Samsun Haber Bülteni, 14-04-2019 tarihli haber.
5- Ekşisözlük.
6- Önay Yılmaz, Ata’nın İlacı Çalıkuşu, 29 Ekim 1997 tarihli Milliyet gazetesi.

YOLLAR-20
PINAR HANIM
Geceleyin yollar tenhadır, farklıdır, bilmediğin bir kasabada otobüsün kapısı açılır kapanır, seni uykundan uyandırsa da gecede unutkan, saklanan bir an vardır, anlatacakları karanlığın şafağını bekler. Otobüs uğuldar gider, bilmediğin yerleri karanlık örter.
Sonunda yol da biter. İnsan severse, bir de gençse ölüm ona yakışmaz, kime sorsan erken der. Unutma her doğan gün aydınlığında yola umut döker. Sabah ışığını içine çeker. Gençliğinde ağaç diken, yaşlanınca gölgesinde rahat eder. Ölüm hepimize eninde sonunda gelir. Beklemesini bilmek de mutluluktan geçer, yaşamanın her anı güzeldir. Bugünün bu anın kıymetini bil, kucağında umuttan, güzelden yana ne varsa, yakın uzak deme, dağıt, yarın ya varsın ya yoksun, işte doğanın dili her yerde budur.
Bazen de bir şarkı, bir türkü geceye çok şey katar, geride bıraktıkların yanında başka tüter, anılar önünde bir bir seker.
Birbirine benzer mevsimler, gidenlerin boşluğu, hepimizdeki telaş, farkına bile varılmaz, nehir gibi akar gider.
Günden kalanı da akşamüstü bekler, esip dursa da yel, akşam karanlığı yavaş yavaş basar. Odanda ne varsa öksürür durur. Artık bilinmez, karanlık akşama bir düğüm mü atar, yarın pişmanlıkların pencerenden mi sarkar?
Ortaokul günlerimizde okulun arkasında bir çamlık vardı, nisanda yağmur sonu bir akasya kokusu yayılırdı, teneffüslerde oraya gittiğimizde bizi başka sarardı. O günler güzeldi, şimdi uzansam tutamam, çağırsam arkadaşları, hiçbirini bulamam. Şimdi akşamüstlerine sorarım; o yağmurlu günler, yükseklerde bulutlar, koşan çocukluğum nerede?
Akşamüstleri dedim, tam da o anılarım akşamüstlerinde aklıma gelir. Buz gibi sular, temmuz ayında hacı bekir, uzun en kuyularından şırıl şırıl kovasından akar.
Düşündükçe, bir yanım bazen orada seker, bir yanım geçti o günler bitti der.
Unutmayın, hepimizin bir öyküsü ışır, orada bir akşam, bir de uzaklar vardır. Kimse dokunamaz ona, bazen seslenir, o günler uğuldar. Sonunda ocaktaki közün de söner, külü de bir yelde savrulur gider.
Nevzat Üstün “İnsan bir yerlere giderken, yani kendi geleceğine giderken, geçmişlerden sıyrılıp çıkamaz. Birlikte taşır o’nu da… Nice yıllar geçerse geçsin üstünden, çocukluğumuz bizimle birliktedir. Nice bilgin olursak olalım, bilgisizliğimiz bilgeliğimizin içindedir. Her karnı tok kendinin açlığını yanında taşıması gibi…
Gördüm, der insan. Ben o kenti gördüm, o ülkeyi tanıdım. Yazıldı çizildi oralar hep… Değildir öyle… Siz gördükten yarım saat sonra o kent büyür; değişir… Açlıklar, tokluklar, çelişkiler, var olmalar, yok olmalar her şey, ama her şey değişir…”
Daha sonra da “Yol uzun…” diye Portekiz’e doğru gidişini anlatır.
Yazarın, Anı, Gezi, Olay kitabı olan “Alamanya Beyleri ile Portekiz’in Bahçeleri” ni 2 Ekim 1976 tarihinde okuduğumda çok ilgimi çekmişti. Okumanız dileği ile yazarı ve yazdıklarını beğendiğimi belirtmek isterim. (1)
Yazar, Develi’ye gelen göçmenlerin çocukluğundaki anılarını da kitabında anlatmış, yola düşenleri aktarmış, bir gün dedesi “Bunlar, Balkan Türkleri” diye söyleyince, uzun süre çıkamamış işin içinden. Çünkü Türk’ün Balkanlısını hiç ama hiç duymamış.
Yıllar sonra arkadaşlarımızla yaptığımız Kırklareli gezimizde rehberimiz Pınar Hanımın anlattıklarını “Gezilerimiz” yazımda dile getirmiştim. (2)
Pınar Hanım, Muhacir bir ailenin kızıymış, babaannesinin anlattıklarını unutmamış, Edirne Babaeski’de onları bize aktardı. Babaannesinin yarım kalan hayatlara yönelik söyledikleri bizi de hüzünlendirdi, oralarda olanları ve kalanları düşünmemizi sağladı.
Balkan, bal ve kan sözcüklerinden meydana gelirmiş. Bal, o yörelerin güzelliğinden, tadındanmış. Kan ise hep savaşlara neden olan topraklarda acı çeken insanları simgelermiş. Pınar’ın babaannesi durur durur bunu aktarırmış.
Babaannesinin annesi fırında yakılmış, bunu geçen hafta öğrenmiş. Babasına “Neden daha önce söylemedin?” dediğinde babası; “kinle büyümenizi istemedik” demiş.
O savaş yıllarında aileden birinin öldürüldüğünü duyduklarında da “İnşallah acı çektirmeden öldürmüşlerdir” derlermiş. Büyükleri “Bir avuç toprağı dahi saksıda bir yabancıya verirseniz, hakkımızı helal etmeyiz” diye söylerlermiş.
Pınar hanım, “Balkan savaşı unutulmaması gereken bir savaştır. Geçmiş unutulmamalıdır, bugün yaşıyorsak, ibadetimizi yapabiliyorsak, şimdi gezebiliyorsak bunu şehitlerimize oralarda savaşanlara borçluyuz” diye söyledi. O gezide bu yazdıklarımı ben de unutmadım, “Yollar” yazı dizimde yine paylaşarak sizlere aktarmak istedim.
Pınar Hanım, “o gün anlattıklarını” biz de hiç unutmadık, unutmayız.
Hasan OKURSOY
4 Ağustos 2021
Yelki
Kaynak;
1- Nevzat Üstün, Alamanya Beyleri ile Portekiz’in Bahçeleri, Çağdaş Yayınları, Kasım-1975, s.109.
2- Hasan Okursoy, Gezilerimiz, 10 Mayıs 2019 Facebook’ta paylaştığım yazım.
